ankara escort
Merhabalar Ben ankara escort bayan hilal sizlere sevgilimin askerlik hikayesini anlatmak istiyorum. Karakoldan her çıkışımda, içimden bir şeyler kopar gibi oluyor. 7 aydır durduğum karakol artık evim gibi… Ondan her uzaklaştığımda korku çöküyor içime, nedenini ben de bilmiyorum. Sanki hayatımın bütün bölümü burada geçmiş, burada doğmuşum ve burada öleceğim gibi bir his var içimde. Karakoldan çıkış yapıyoruz… Önde Özkan Asteğmen, sağında Mehmet Ali solunda Amasyalı Cihan arkalarında bizler. Konvoyu karşılamak üzere Dema Dağı’na pusuya gidiyoruz. Yolumuz uzun, 15 asker 1 komutan. Silahlar elimizde, çantalar sırtımızda… Önce Allah’a emanet, sonra kendimize…
Bir noktaya gelince duruyoruz. Operasyon bölgesi burası olmalı. Kendimize mevzii seçiyoruz. Seçtiğimiz yerin üstünden kuşlar uçuyor. Keklik bunlar… Mehmet Ali, sesleniyor, “kekliğin yuvası var burda.” Yanına gidiyoruz. Evet yuvada üç tane yumurtası var kekliğin. Anne keklik bir türlü geri dönmüyor. Mehmet Ali, yumurtaları hemen pamuklara sarıyor. “Ne yapacaksın bu yumurtaları, yiyecek misin?” diye soruyorum. “Hayır, sıcaklığını koruyabilirsem, keklik civcivlerimiz olur. Anne kekliği uçurduk. Vicdan azabı çekiyorum.” Operasyon devam ediyor. Mehmet Ali, yumurtaları pamuğa sarıp üstünü gazlı bezlerle bantlıyor. Aklınca civcivler ölmeyecek. Bu arada sanki dağlara meydan okurcasına ilerliyoruz. 40-50 dakika ilerledikten sonra Tim Komutanı çök işareti veriyor. Mehmet Ali, “oğlum üç şehidimiz var” diyor Yanıma gelen Mehmet Ali, “oğlum üç şehidimiz var” diyor. Ben, “hadi lan ne şehidi?” diyorum gayrı ihtiyari. Tam bir tevekkülle “la yumurtaların üçü de kırılmış oğlum” diyor. Önemsiz bir şeymiş gibi yapmak istiyorum: “kola kutusunu fazla sallamışsındır.”
Keklik yumurtalarının kırılmasından işaretler alan Mehmet Ali’yi teselli etmeye çalışıyorum: “Boş ver, canın sağ olsun devrem, keklik gene yumurtlar, biz onu yemle besleriz, sen kafanı takma.” Karakol artık gözükmüyor… Gideceğimiz yere de yaklaşıyoruz. Her yarım saatte bir çök veriyoruz. Geçeceğimiz tepenin yamacına öncüler gidip bakıyorlar. 3,5 dakika araziyi gözetleyip, temiz olup olmadığına bakıp ilerliyoruz. Ve gene çök verdi Tim Komutanı. Mehmet Ali’yi çağırdı komutan. Artık gideceğimiz tepe gözüküyor, tepenin yanından konvoyun geleceği yol da gözüküyor. Tepede eskiden kalma bir iki mevzii var. Yola hakim olan tepenin arkası gözükmüyor. Tepeye yaklaştığımızda Komutan, Mehmet Ali’yi ve Cihan’ı yanına alarak önden gidiyor. “Siz yamaçta kalın” deyip, bize de mevzii yeri gösteriyor.Arka tarafı emniyete almak için, tepeye doğru ilerlemeye başladılar. Komutan, Mehmet Ali ve Cihan… Onlar tam tepeye varmadan kıyamet koptu.
Biz alt tarafta kaldığımız için, ilk mermide ateş edemedik. İlk ateşi yiyen öncüler oldu ama gene yılmadan karşılık veriyorlar. Bir grup da, bizim tam karşı yamacımızdan bize ateş etmeye başladı. İki taraftan ateş yiyoruz. Yukarıda ne olup bittiğini bilmiyoruz. Devamlı karşılıklı silah sesleri geliyor. Bizi de önümüzdekiler rahat bırakmıyor, biz de onlara karşılık veriyoruz. Neticede yukarı yardıma gidemiyoruz. Hedef küçültecek bir yer yok, sürünerek bile gidemiyoruz. Bir ara bir feryat yükseldi. Biri bağırıyordu, acı bir sesle… “Allahım, inşallah bizimkiler değildir” dedim içimdin. Komutan, Mehmet Ali ve Cihan… Aklımız yukarıdakilerde, üç kişi üstümüzde çatışıyor. Ve biz daha kalabalığız ama yardıma gidemiyoruz. Karşılıklı silah sesleri, giderek kesildi. Yukarıdan hiç ses gelmiyor. Orda hayat durmuştu sanki. Artık ne bir feryat, ne de bir silah sesi geliyor… Karşımızdaki grup gözükmüyor… Ateşe de karşılık vermiyorlar.
Bizim Konvoy yaklaşıyon oyun geldiğini görüp ateşi kesmişler. Konvoyu pusuya düşürmek için ateş etmiyorlar, sesten ürkmesinler diye. Biz konvoy yaklaşınca, karşı tarafa seri şekilde ateş ettik. Konvoy pusudan kurtuldu. Bu sefer, onlar konvoya ateş etti. Konvoydan gelen ateşle beraber, ateş üstünlüğü sağladık. Biraz da konvoy, Apocular’m görüş mesafesine ters. planı bozuldu. kayıp veriyor, iki taraftan bastırıyoruz..ankara escort m karşımızdaki grup dağıldı. Komutan, Mehmet Ali ve Cihan… Yukarı sessizdi, biz daha fazla dayanamadık. Osman hedef küçülterek tepeye doğru sürünmeye başladı. Biz de o tarafa doğru silahların namlularını çevirdik. “İnşallah arkadaşlarımız sağdır” diye mırıldanıyorum kendi kendime. Tepeye sızan Apocular, taciz ateşine başladılar. Fakat biz onlara karşılık verince, bir daha ateş etmemek üzere sustular. Osman, ateş yağmuru içinde sağa sola zıplayıp kaçıyor. Osman, adeta mermilerle dans ediyor. Onun yara almaması, Allah’ın işi. Biz karşı tarafı susturunca, Osman da rahat bir şekilde mevzi alıyor.
Silahlardan çıkan barut kokusu, ortalığı sardı. Boş kovanlar etrafımıza dağılmış. Tepeye gitmeye hiç birimizin cesareti yok. Osman tepeye daha yakın, sürünerek tepeye doğru ilerliyor. O ilerlerken ben ve diğer arkadaşlar onu takip ediyoruz. Komutanımız, Mehmet Ali ve Cihan, şehit düşmüşlerdi. Osman tepeye varrnca, geri dönüp tanımsız bir şekilde bakması, bize her şeyi anlatıyordu. Komutanımız, Mehmet Ali ve Cihan, şehit düştüler. Önce ağlayamadım, dilim damağım kurudu. Onları bu şekilde görmeyi, hiç düşünmemiştim. Sonra ağlayarak sarıldım onlara. O asil kanları, ellerime bulaştı. Mevzii kan gölü olmuş. Önde komutanımız, arkada Cihan ve en geride Mehmet Ali var. Tam karşı tarafta var. Onlar da cansız yatıyor. Bu bölümü anlatacak kelime yok.
Sanırım yarım saat sonra, destek timleri bölgeye yardıma geldiler. Konvoyda kayıp yok, karşı tepedeki Apocular da ağır kayıplar var. Mg-3 üzerine düşen her damla göz yaşım, bana Tim komutanımı, kuşlar gibi uçmak isteyen can dostum Mehmet Ali’yi ve Amasyalı Cihan’ı hatırlatıyor. Ve ben, on aydır ekmeğimi, suyumu paylaştığım dostlarımı, silah arkadaşlarımı koruyamamıştım. Onlar göğüs göğüs’e çarpışırken, ben yardımlanna gidememiştim. Güneş her zamanki gibi, karakolun boyalı pencerelerinin arasından koğuşa sızıyordu. Her şey normal,
Görev emri almıştık… 60 yaşlarında bir köy koruyucusu, karısını ve karısının dostunu öldürüp, dağa kaçmış. Aylardır da yakalanamıyormuş. Mevsim kıştı… Köy Korucusu, kış şartlarına daha fazla dayanamamış köye akrabalarının yanına inmiş. Biz, böyle bir istihbarat almıştık. Önce bölgeye yakın bir jandarma karakoluna gideceğiz. Oradan da akşam bölgeyi bilen rütbelilerle, köye baskın yapıp katili yakalayacağız.
Operasyon öncesi, bu sözlere bayılıyorum. Sanki göreve değil, çatışmanın tam ortasına eğlenmeye gidiyormuşum hissi veriyor bana. Bazen kendi kendime soruyorum, Türklük dedikleri şey bu mu acaba?
Her timin kendi şoförü var. Bizim şoför Hasan’ı, başka yere göndermişler. Yerine acemi birini vermişler. Hasan’a alışmıştım, her operasyona beraber giderdik. İyi de şofördü, çok tehlikelerden kurtarmıştı bizi.
Araçlar, bölükten çıkış yaptı. Muş’a doğru ilerliyoruz… Yol gittikçe, ölü bölgeye düşüyor. Sarp kayalar, sanki üstümüze düşecek gibi… Araç ilerledikçe yolun durumu daha açık görünüyor. Yolun sol tarafı tam bir uçurum.. Şoför bir metre sağa kırsa, aşağıda parçamızı bulamazlar. Şoför korkuyordu, hareketlerinden hissettim. Önce “sakin ol korkma” deyip teselli etmeye çalıştım. Çocuk hem acemi hem de ilk defa göreve gidiyor. Çocuğa kızıyorum ama o an ona ihtiyacımız da var. Bu yüzden susuyorum.
Devamlı “sakin, yavaş, dikkatli ol” deyip, onu sakinleştirmeye çalışıyorum. Bu sırada o bana abi korkuyorum’ deyince, artık kendimi tutamadım. “Ne korkması lan” deyip kızdım.Ama sakin olmam gerekiyordu. Hava kararmaya başladı. Hafiften çiselemeye başlayan yağmur, yolu iyice kayganlaştırdı. Çamur sanki bizim landtı uçuruma sürüklüyor. Land sağa sola kaydıkça, Allah’a yalvarıyorum. O an, ondan başka kimse bize yardım edemezdi. Yaklaşık 2 buçuk 3 saatlik bir yoldan sonra, “hadi oğlum, hadi aslanım” diyerek yolu tamamladık.
13 aydır çatışmalarda dökmediğim ecel terlerini, bu yolculukta döktüm. Jandarma karakoluna vardığıma, hiç bu kadar sevinmemiştim. Land durduğunda, şoför de kendinden geçmişti. Eli ayağı titriyordu. Onun için de kolay değildi, 7 can taşıyordu. Hava karardı, karanlıkla beraber yağmur da hızını arttırdı. Yağmur ve çamur ikilisi, bize karşı yine birleşti. Bir buçuk saat karakolda kaldıktan sonra, karakoldan çıkış yapıyoruz. Tekrar Landlara binerek köye doğru yola koyulduk. Bu sefer yol, öncekinden daha kötü. Allah’tan şoför değişti. Araçlar ışıkları kısarak, yolun üzerindeki mezraya yaklaştı. Landlar durunca, atlayarak sağa sola dağıldık.
Yanında durduğumuz evden biri çıktı, sakallı, zayıf bir adam… ankara escort devam edeceğiz..Sakallı adam, üzerine bir panço alarak, bize karıştı. 3. tim önde, bizim tim arkada, karanlığa doğru ilerliyoruz. Ben her zamanki gibi en arkadan geliyorum. Yağmur, çamur ve karanlık, isyan bayrağını çektiriyor. Bir saat kadar ilerledikten sonra, su sesi geliyor. “Yok yok” diyorum, “bu havada sudan geçilmez” ama su sesine, gittikçe yaklaşıyoruz.
Su sesine yaklaştıkça içimdeki yoklar da bitiriyor. “Aman Allah’ım, dereden karşıya geçeceğiz.” Ön taraftaki arkadaşlar, sudan geçmeye başladı. Derken ben de suyun içinde buldum kendimi… Su, bacaklarımdan yukarı doğru çıkıyor. Su, buz gibi…
Silahlar yukarda… Suyun içinden, silahları birbirimize uzatarak geçtik. Belden aşağımız, sırılsıklam oldu.
O ara, askere gelmeden önce imrendiğim sat komandoları geldi aklıma. “Al işte” dedim kendimce, “al sana sen de sat komandosu oldun” dedim.
Yağmur, çamur, su… Kime, neye kızayım bilmiyorum. Köye yaklaştık. Ortalık, evlerin ışıklarıyla biraz aydınlandı. Yanından geçtiğimiz eski bir evin kapısı, aniden açıldı. İçerden çıkan karaltının üzerine silahı doğrulttum. Elinde su bidonu, esmer genç bir kadın. Korkmuştu, konuşamıyordu. 3-5 saniye o kocaman gözleriyle bana baktı. Kadının zararsız olduğunu anlayınca, namluyu ondan başka tarafa doğrulttum, çıktığı kapıdan hızla içeri girdi. Meğer benimle birlikte bizim çocuklar da arkamdan kadına namluları doğrultmuş. Arkamı döndüğümde, çocuklar bana bakarak “hadi” dediler “devam.” Arkayı ikilemişiz. Can dostum Yusuf, tek gelmeme dayanamamış, o da ardımda…
Katil Köy Korucusunun olduğu sanılan 2 evin etrafı sarılmış, çök’te bekliyorduk. Önden beni çağırdıklarını söylediler. “Niye ben?” diye şaşkınlıkla, eğilerek bölük komutanının yanına doğru ilerledim.
Bizim timden yanıma üç kişi aldım. Karşımızda iki ev var. Biz, iki evin arasından sürünerek arkalarına geçeceğiz. Evin camlarında perde yok. Ara sıra cama gelerek, dışarı bakıyorlar. Sürünerek biraz ilerledim. Cama biri yaklaştığı zaman duruyorum. Sürünürken her tarafım çamur oluyor. Çamur ağzıma da giriyor, tükürüyorum. Şimdi suratımı merak ediyorum. Adam camdan bakıyor ama daha bizi fark etmedi. Adam camdan uzaklaşınca, tekrar sürünmeye başladım. Eve doğru geldikçe hızlandım. Evin dibine gelince duvara sırtımı yaslayarak durdum. Sessiz olmalıydım en ufak bir ses, bütün çileyi boşa çıkarabilir. Bunu yanındakiler de en az benim kadar biliyor. Telsizle bilgi verdim ve beklemeye başladım.
Telsizin sesi çok kısık. Oradan operasyonu takip ediyorum. Herkes aynı anda içeri girecek ama en kritik yerde biz varız. Buradan biri kaçarsa ya da kaçmaya kalkışırsa, o zaman ne olurdu ben de bilmiyorum… Telsizden beklenen anons geldi. Planlandığı gibi, büyük bir hızla evlere girdik. Evler arandı ama koruyucu bulunamadı. Arkadan da kimse çıkmamıştı, adam yoktu ya yanlış istihbarat alınmıştı. Belki de adam bizi fark etmişti. Telsizden “toplan” emri geldi. Bir evin çatısında toplandık. Bizimle köye baskına gelen köylü, katil köy korucusunu daha öğlen gördüğünü anlatıyordu komutanlara. Bir ara benim yanıma geldi. Bende de telsiz olduğu için, “komutanım buralardadır” dedi. “kim” dedim, “koruyucu” dedi. “Hadi lan, madem burada, hani nerde? onu da söyle… Benim için öğlen selam verdiği kişiyi, akşam ispiyonlayan biri, başından defedilecek biriydi.
Görev bitmişti, adamı bulamamıştık. Yere yattığımız, süründüğümüz, yediğimiz çamurlar yanımıza kar kalmıştı. Landlara bindiğimde can dostum Yusuf seslendi:
Yusuf, bana şaka yapıyor zannettim. Ama elinde gerçekten ceviz sucuğu var. Hemen üstüne atladım. Onca rezilliğe rağmen, dağ başında ceviz sucuğu bulmamız, beni mutlu etmeğe yetti. Ayrıca hepimizin sağlığı yerinde. Bundan güzel şey var mı dünyada? Üstelik ellerimizde cevizli sucuk… Sonradan öğrendim, cevizli sucuk, komutanımızın ikramı imiş… Bu operasyonun adı yola çıkarken ‘Katil Köy Korucusu Operasyonu’ idi. Dönüşte sadece cevizli sucuk kaldı aklımızda, operasyonun adını ‘Cevizli Sucuk Operasyonu’ koyduk…
Aylardır karakolun etrafındaki tepelere, patikalara pusu atmaktan sıkılıyor insan… Her gün aynı olayların hayalini kurmak, birinin karakola sızmasını düşünmek, acaba nerden roket gelir, nerden yaklaşırlar, nasıl sızarlar diye her gece düşündüğümüz taciz planları…
Hep biz onları bekledik…
Aslında hep istemişimdir bir Pkk kampına sızmak, elimde dizdiğim 7-8 el bombasını onların mevzilerine atmak, onlara baskın yapmak ama nasip olmadı. Yaklaşık 1.5 aydır karakolun yakınındaki tepelere, patikalara gece-gündüz pusu atıyoruz, bazen ‘ya Pkk da gelmiyor’ deyip dalgaya alıyorduk.
Karakol komutanı, nadir pusu attığımız Domuz Tepe’ye pusu atacağımızı söyledi. Sabah karakolun 700 metre ilerisindeki hendeklere gidip gözetleme yapıyorduk. Karşımızda her zamanki gibi sarp kayalar, ağaçlar, patikalar, normal bir doğu görünümü… Bazen keçiler ve koyunlar geçer. Bir de gökyüzündeki yolcu uçakları, uçak gözden kaybolana kadar bakardık. Karakola dönmeyecektik. Bunun nedenini ben de anlamamıştım. Aylardır kendimce teori kurmaktan sıkılmıştım artık. Şuradan gelirler, buradan ateş ederler. Gerçi gündüz vakti kim gelirdi ki, ara sıra gözcüler mevziiden etrafı gözlüyordu, her şey normaldi.
Her şeyin normal olduğu gün, sağımıza solumuza düşen mermiler bozmuştu. Hemen tam siper alıp, ateşin geldiği yöne doğru ateş etmeye başladık. Ama karşı taraftan gelen doçka sesleri şaşırtmıştı beni. Bir ara Tim komutanıyla göz göze gelince doçka olduğunu onun gözlerinden anlamıştım. Karakol 7 aylık suskunluğunu bozmuştu. Hem de gündüz ve Doçkayla… Ama biz onlara karşılık verirken karakoldan da ses gelmiyordu. “Bir ara duymadılar mı acaba?” dedim. G-3 olsa neyse dokçaydı bu, duymuş olmaları lazımdı. Doçkayla birlikte, uzun menzilli Kannaslar’la da bizi yüklüyorlardı.
Taciz yerini artık bire bir çatışmaya döndürmüştü. Karakol nihayet 120’lik havanları davar sırtına atmaya başlamıştı. Onunla birlikte, uçaksavar da ateş ediyordu. 120’lik havanlar karşı tepeyi yoklayınca, sıkıntılı dakikalarımız bitmişti. Bizim tim de karşı tarafa doğru, rahat ateş etmeye başladı.
Ateş üstünlüğü, karakoldan gelen destekle bize geçmişti. Pkk susmuştu. Karşılık gelmeyince onlar da kayalıklara saklanmış ve bize hedef kalmamıştı. Karakolda havan ve uçaksavar atışını kesmişti. Bu sefer Apocular saklanıyordu, kafalarını kaldıramıyorlardı. ‘Baskın basanındır’ lafı da o saatte tarih olmuştu bence. Karşı taraf ateşi kestikten sonra gözden kayboldu. Kayalıklar onlar içindi. Sanki her zamanki işlerini kusursuzca yerine getirmişlerdi, kaçmışlardı.
Mermi sesleri kesildikten sonra, jarjör değiştirirken etrafa bıraktığım boş jarjörleri, hücum yeleğime yerleştirmeye başladım. Mermim azalıyordu, akıllıca hareket etmeliydim. Gerçi karakol yakındı ama ben elimdekiyle yetinmeliydim. Susamıştım, çantam hendeğin köşesindeydi. Sürünerek hendeğin köşesine doğru ilerledim. Çantamı açtım ped şişeyi çantamın yanındaki yerinden çektim. Suyu yan tarafa doğru dikerek içmeye başladım. Tam karşımda bizim tim çavuşu, bana bakıyordu. Suratındaki kanlar, mevziiye dökülmüş hiç kımıldamıyordu. Ben de dona kalmıştım. Suyu yere bırakıp ona doğru sürünmeye başladığımda, kımıldamaya başladı, yaşıyordu. “Lan su getirsene salak, sabahtan beri sana bakıyorum su getir” diye bana bağırdı. Suratındaki kandan haberi yoktu, “lan suratın kan ne oldu sana?” dediğimde ne kanı deyip elini suratına sürdü.
Kanı görünce, bir an yüzü ekşidi. Elimle kafasını yokladım, küçük bir yara vardı. Oradan akan kan, suratını kaplamıştı. Sonra “alnın kanamış oğlum” deyip güldüm, “uyuz itin yarası eksik olmaz” dedim. Çavuş sonra hatırladı. “Yanıma komutan geldi sürünerek, o esnada anlım acıdı bir anda. Ama çatışmanın etkisinden anlamadım. Büyük ihtimalle boş kovan gelmişti” dedi. Hemen suyla suratını temizledim, kanı gören tim panik yapmasın diye. Çavuşun küçük kovan çarpması dışında başka yarası yoktu. Tim Komutanı herkesi tek tek dolaşıyordu, “zayiat var mı yok mu?” diye. Komutanın her zaman “Allah’a şükür atlattık” deyişi her zaman hoşuma gitmiştir. Havan sesi, doçka sesi bitmiş yerini hayat kendini sessizliğe bırakmıştı.
Artık çatışma bitmiş, kaçanlar kaçmıştı, her zamanki gibi. Yerimize başka bir timin gelmesiyle, biz hızla ve eğilerek hendekleri boşalttık. Karakola geldiğime hiç bu kadar sevinmemiştim. Acıkmış ve susamıştım… Karakolun ışıkları sönüktü her zamanki gibi. Biz ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra hazır kıta beklemeye başladık. Hava karardıktan sonra hiçbir olay olmamıştı. Biz hazır kıta beklerken, bazıları çatışma anılarını büyük bir heyecanla birbirine anlatıyordu.
Bizim çocuklardan biri, “Pkk bir karakolu basarken, havanlarla saldırmış” filan dedi. Ben de “yok daha neler, tank filan da gelmiştir” deyip dalgaya almıştım. Evet o sallıyordu. O da bunun farkındaydı. Ama yalanını yutmak istemiyordu. O ara karakol komutanı içeri girdi, “ulan millet dışarıda pusuda, sizi koruyor. Siz burda laf ebeliği yapıyorsunuz. Size ne ? adamlar tankla gelir, topla gelir. Siz onlara nasıl karşılık vereceğinizi düşünün” diye bizi sertçe azarladı. Biz her zamanki gibi, kafalar önlere eğik, düşünme pozisyonu geçtik. Biz o ara hiç konuşmadık. Fırçayı da yiyince susmuştuk. Sabaha karşı hava aydınlanmadan nöbet değişimi oldu. Karşı tepeler gözükmüyor, ordalar mı gittiler mi bilmiyorduk. Hava aydınlanmaya başlamıştı… Güneş insana vurdukça sanki üzerinde buz varmış da çözülüyormuş gibi oluyordu.
Sabah olmuş gün ağarmıştı, artık dürbünle karşı tepeyi yokluyorduk. Ama görünürde hiç bir şey yoktu, gitmişlerdi. Artık sırayla uyumaya başlamıştık. Biraz dinlenmiş, nöbet değişimi yapıyorduk. Güneş tam tepemizdeyken uyku haramdı bize. Gece sivrisinek, gündüz karıncalar… Tabi onların da teröristlerden az kalır yanı yok. Bir ara şeker getirip, uzağa döküp karıncaların dikkatini o tarafa çekiyorduk, işe de yarıyordu aslında. Saatler ilerledikçe tepelerin her karesi dürbünle izleniyor, gözcünün son sözü yine “temiz” oluyordu. Ve havanlar patlıyor! 100-150 metre sağımızda, sanki deprem oluyor gibi Domuz Tepe sallanıyordu. İlk defa havan mermisinin hedefi bizdik. Bizim arkadaşın akşam salladığı hikaye gerçek olmuştu. Ve biz de bu hikayenin kahramanlarıydık şimdi. Havanı yiyince şaşırdık, siper aldık ama nereye ateş edeceğimizi bilmiyorduk. Sadece havan geliyordu, silah veya doçka sesleri yoktu. Sağımıza solumuza, önümüze arkamıza havanlar iniyordu.
Derken bizim karakoldan havanlara karşılık geldi. 20-25 dakika sürdü çatışma. Allah’tan bize denk gelmedi havanlar, şehit vermedik. Bu 25 dakika bize bir asır gibi geldi. O an ne yapacağımızı bilemedik. Normal çatışma eğitimi almıştık, pusu eğitimi almıştık. Ama havandan kaçma eğitimi almamıştık ya da biz hatırlamıyorduk. Havanlar susmuştu. Onlar da bizimkiler de havanı kesmişti. Bizim ağır silahlar, onların olduğu yerleri yokluyordu. Ama kayalıklar buna müsaade etmiyordu. Kaçmışlardı gene her zamanki gibi. Bir an içimden bu karakol mantığının saçmalığı geçti. Açık hedeftik, böyle. Bu mantık teröristlere avantaj sağlıyordu. Ben dağda bayırda, tıpkı onlar gibi yaşamaya razıydım.
Arkadaşlardan biri, “komutanım bunlar dün doçkayla bu gün havanla geldiler yarın tankla da gelirler” dedi. Komutan gerilla savaşının tank aşamasına gelemeyeceğini, büyük silahın onlar için avantaj değil dezavantaj olduğunu söyledi. Anladım ki, bizim karakol gibi, tank da onlar için açık hedef olmak demekti. Ben komutandan, daha gaz verici bir cevap bekliyordum. Aklı başında bir yorum geldi.
Güneş gene her zamanki gibi dağların arasından bize “elveda” diyordu. Artık daha da yorgunduk. Uykusuzluk gözlerimizi kızartmaya başlamış ve açıp kapadıkça sanki içinde iğne varmış gibi batıyordu göz kapaklarımıza. Yorgun düşmüştük, sırayla birbirimizi dinlendirmeliydik. Havanın da kararmasıyla nöbet değişimi olmuştu. İhtiyaçları giderdikten sonra sırayla uyku, nöbet, hazır kıta, çatışma anıları… “Devrem havanın sesini duydun mu?” muhabbetleri, sabaha kadar sürdü. Bazen komik anılar, yanlış yere ateş etmeler… Mesela çatışma sonu anıları çok olur, çok anlatılır. Ama bir çatışmada şehit verilmese, o çatışmadan kimse bahsetmez.
Böyle zamanlarda eski resimlere bakmama ve sivil hayatı düşünmeme kararı almıştım kendimce. Bir ara kendi yüzüme bakmaya karar verdim. Dolabın kapağındaki aynaya bakarken, bizim aile resmi, annem, babam ve kardeşim gözüme takıldı. Onları görünce duygulanıyordum, gözlerim doluyor, dilim damağım çekiliyordu. Sanki bana bir şeyler söylüyorlardı, hepsi gözlerimin içine bakıyordu. Annem, kardeşlerim canlı gibiydiler. Resmi öptüm, dayanamadım ağlamıştım. Resmi tekrar aynı yerine koydum.
Anam, “şu çocuğu askerdeyken gidip izlemek isterdim” derdi. “Nasıl adam oluşunu görmek isterdim.” Ona her bakışımda, “işte adam oldum ana” derdim kendimce. Evet özlemiştim, her gün üzerimden mermiler geçerken aklıma geliyorlardı. Ama ben başka şeyler düşünerek, aklımdan atıyordum onları. Sonra dolabın kapağını, sert bir şekilde kapattım. “Duygulanma zamanı değil” dedim, kızdım kendime. Millet pusuda sen nostalji yapıyorsun. Burada yaşadıklarım kendi kendime konuşmayı öğretmişti bana. Gece uzun olmuştu, uykusuzluk ve yorgunluk… Her 2 saatte gelen nöbet, her an çatışma ortamının olması kötüydü. Bazen “ulan basın basacaksanız, gelin artık” diyorum. Gözlerim dayanamıyor ama ben onları zorluyordum. Buradaki bir hata, tüm karakola mal olabilirdi. Tüm karakol da, bunun farkında idi.
Uzun bir gece sonunda sabah olmuştu artık. Karakola her gittiğimizde görüp de yalamadığımız koğuş ve ranzalar, gözümüzde tütüyordu. Bazen insan, “1-2 saat yatakta yatmak için neleri vermezdi” diyordum. Yatak ve yastık, sıcak bir duş, deliksiz bir uyku, gözümüzde tütüyordu. Artık taciz sona ermişti. Biz gündüz mevzilerde, her zamanki gibi sırayla uyuyor ve dinleniyorduk. Her şey normale dönüyor gibiydi.
Yıldızlar sanki üstümüze düşecekmiş gibi
Karşı tepeler boş ve sakindi. Biz bir ara artık tepelere değil, gökyüzüne bakıyorduk. Belki “bu sefer, uçakla filan gelirler” diye dalga geçiyorduk. Aslında 2 gün önce havan dalgası gerçek olmuştu, ama uçak tam dalgaydı. Akşam olmuş gene karanlık çökmüştü. Akşam yemeğini yedikten sonra, nöbete gitmeden önce ne zamandır içmediğimiz çay, bize ilaç gibi geliyordu. Pusu vardı gene… Bir mevziide birden fazla asker olduğundan, ikisi gözetler, diğeri yatardı. Uyuma sırası bana gelmişti. Kafamın altına bir taş alarak gökyüzüne daldım. Etrafta ışık olmadığından, yıldızlar sanki üstümüze düşecekmiş gibi geliyordu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, tekrar taciz atışına başladı. Karşı tepelerden mermi yağıyordu. Karakolda kıyamet kopmuştu… Bu sefer normalden daha kalabalık gelmişlerdi. Çünkü çok yerden namlu ışığı geliyordu. İzli mermiler, havalarda uçuşuyordu. Mermiler bir o tarafa bir bu tarafa… Gökyüzü adeta karnavala dönmüştü. Bizim sol çaprazımızdan bir namlu ışığı görünüyordu. Gittikçe yakınımıza geliyordu. Seri şekilde taradım bölgeyi, Pkk bir taraftan taciz yapıyor, diğer taraftan da sızıyorlardı. Her baskın bizim için bir tecrübe oluyor. İlk merminin şokunu atlatınca, geriye sadece sızmayı engellemek kalıyordu. O gece bizim uçaksavara görevinin hakkını vermiş, karakola kimseyi yaklaştırmamıştı. “Helal olsun dedim” içimden.
Yanımdaki arkadaşım Kayserili Ali’nin, “ulan senin daşşağını yiyim uçaksavara” deyişi, güldürmüştü beni. Silahların sesleri, saatler ilerledikçe azalmaya başladı. Apocular şimdi, kaçış planını uyguluyorlardı. Her zamanki gibi yanımızdaki mevzilere sorduk, “var mı bir şey?” Hemen cevap gelmese, tedirgin oluyorduk. Hemen “yok” dedikleri zaman, dünyalar bizim oluyordu. Bana sordukları zaman, çabuk cevap veriyordum “zayiat yok” mesajını. Çünkü ben de hep bu mesajı almak istiyordum. Ama karakolun içerisinde bir inilti sesi geliyordu. Ahmet arkadaşımız yaralanmıştı. Üzüldük ama daha sonra önemli bir şey olmayınca sevinmUzun geceler atlatmıştık… Ve her gün olan tacizler, bizi yorgun düşürmüştü. Biz yorgunluk hissetmiyorduk ama vücut kendini bırakıyor, biz onu zorluyorduk. Güneş gene kendini, Davar Dağı sırtlarından göstermeye başlamıştı. Bize, “günaydın” der gibiydi. Güneşi gördüğüme her zamanki gibi gene sevinmiştim. Önce karakolun çatısına isabet eden güneş, biraz vakit geçince mevzilere. Daha sonra toprağa düşüyordu, ısınıyorduk. Geceleri soğuk oluyordu. Her ne kadar yaz olsa da dağda gece ayaz oluyor. Taciz sona ermişti karakola çekildik. Karakolda sabah kahvaltısı yapmak bana, evdeyim havası vermişti. Artık her şey bitmiş gibi geliyordu bize. Ama Pkk hala dağda ve her an bize tacize başlayabilirdi.
Aradan bir hafta geçti. Taciz yediğimiz tepelere, keşfe gidiyoruz. Kayalıkların arasından dikkatli bir şekilde ilerliyoruz. Sanki hepimiz profesyonel askerler gibiydik. Derken iki kayanın arasında dehşet bir manzarayla karşılaştık. Kayanın arası kan revan olmuştu. İnsan parçacıkları, insanın midesini kaldırıyordu. Etrafta havan mermisinin isabet ettiğine dair izler vardı. Büyük bir ihtimalle, birine havan isabet etmişti. Yoksa bu, mermi işi değildi. Daha sonra bölgeye yakın bir köye gittik. Köyde karakola tacizde bulunan grupların, çok sayıda kayıp verdiklerini öğrendik. Hatta bir kadın teröristin kafasına havan düştüğünü söylediler.
Evet o gördüğümüz dehşet manzara, bu kadın teröriste ait olmalıydı. Bir an bu yaşananlara anlam veremedim. Bu vatan hepimizin ortak vatanı değil miydi? Bu yaşananlar niye yaşanıyordu? Bu kadın niye kendi askerine kurşun sıkıyordu? Yazık olmadı mı bu genç yaşta ona? Ama bu düşüncelerin çatışmada yeri yoktu. Kardeşlik, insanın canına kast edene kadar sürebilirdi. Öldürmek isteyen elbette de öldürülecekti… Bunun başka çaresi de yoktu..
Bilmiyorum başka diyarlarda da var mıdır, böyle vatanı uğruna ölüme meydan okuyan insanlar. Yirmi yaşına gelmiş, ömründe silah dahi görmemiş insanlar… Bu gençler, bu çocuklar, ‘Peygamber Ocağı’ denilen yere varınca hepsi birer dağ kesilir, canavar olurlar Allah’ın izniyle… Hani ‘Her Türk Asker doğar’ sözünü doğrularcasına…
Körpecik bedenleriyle sarılırlar silahlara, çarpışırlar dağlarda, yeryüzüne meydan okurcasına…Ölüme gidenler değil, arkada kalanlar da böyledir. 20 yıldır gözü gibi baktığı evladını vatan için askere gönderen ve evladının şehadetinde “Vatan Sağolsun” diyebilen analar, babalar, sevgililer…
İlkbahar yaklaştıkça Şırnak dağlarına operasyon hazırlıkları başlar. Hain avına çıkarlar Cudi’ye, Gabar’a, Düğün Dağı’na. Hainin olduğu her yere, dağa, taşa operasyon başlar. Her asker sanki dağlara meydan okurcasına koyulur yollara, elinde silahı, sırtında çantası, gönlünde vatan aşkı. Yusuf diye bir arkadaşım vardı, pehlivan gibi. Hani öyle üç beş çakala pabuç bırakmayacak sözde değil özde delikanlı bir adam. Operasyona gidiyordu 35 kiloluk sırt çantası sırtında, elinde g3 piyade tüfeği. Vedalaştık belki de son defa görecektik birbirimizi.
Onlar yola koyuldular, bize yakın bir yere pusu atacaklardı. Biz de bütün gece hazır kıta bekleyecektik. Saat 12’ye yaklaşmış ve gözetleme sırası bana gelmişti. Her şey normaldi, yıldızlar her zamanki gibi parlak, gece her zamanki gibi sessizdi. Sessizlik, Pkk’nın hain taciziyle bozuldu. Yaklaşık kuş bakışı 15 km ileride pusu atan arkadaşlarımıza taciz başlamıştı. Çatışma başlamıştı gözümüzün önünde. Silahlar konuşuyordu adeta. G3’lerin sesini mg3’ler bastırıyor, ara sıra el bombaları patlıyordu. Çarpışıyorlardı Yusuflar, Aliler, Mehmetler… Biz her ne kadar kendimizi parçalasak da elimizden bir şey gelmiyordu. Dinliyorduk sesleri ve dua ediyorduk Allah’a sağ salim gelsinler diye.
Sesler kesildi nihayet. Daha 5-6 saat önce pusuya gönderdiğimiz arkadaşlarımıza bir şey olup olmadığını öğrenmek için telsizden kulağımızı ayıramıyorduk. “İnşallah” diyorduk, “kimseye bir şey olmamıştır.” Pkk her zamanki gibi taciz atışlarını yapmış ve kaçmıştı. Komutan, “her şey yolunda, kimseye bir şey olmamış” deyince dünyalar bizim oldu. Sabah gün ışığının ağarmasıyla pusudakiler dönüş yaptı. Yusuf’u ve diğerlerini görünce, sanki yeniden gelmiştim dünyaya. Sarıldık birbirimize ağladık, tutamadık göz yaşlarımızı. Çünkü söz vermiştik birbirimize, beraber gidecektik, ölüme de evlerimize de..
Toprağa basmamak için elimden geleni yapıyorum. Ama bazı yerlerde kayalar bitiyor, mecburen basıyoruz toprağa. Ayağımı bastığım her yerde ölüm korkusu var. Ayağımı çektiğim an havaya uçacakmışım gibi geliyor. Mayınla ayağımın kopacağı korkusu, içime girdi mi çıkmak bilmiyor. Çatışarak şehit olmak veya yaralanmak zoruma gitmez. Ama mayına basarak yaralanmak, zor geliyor.
Sıcaktan bunalmış bir halde, arazi taraması yapıyoruz. O kadar terledim ki, üstümdeki yeşil atlet bembeyaz olmuş. Çantamdaki su adeta kan gibi, insanın içesi gelmiyor. Mecburen içiyoruz azar azar. Tim komutanı yukarı çağırıyor bizi.
Arkamızda bizimle beraber arama yapan diğer timlerin elemanları da, vadinin tepesine çıkmak için yukarı doğru ilerlemeye başladılar.
Bir tim, bizi geçerek tepeye tırmandı… Yalnız çok acele ilerliyorlardı, yanımızdan hızla geçerek gittiler. Onlar tepeyi aşar aşmaz, büyük bir patlama oldu. Önce roket yediğimizi sandım. Kendime gelince, en yakındaki kayanın dibine yatarak mevzii aldım. Ancak mermi sesi değil, mayına basanın bir arkadaşımızın çığlıkları yankılanıyordu her yerden.
Kalkar kalkmaz onlara doğru ilerledim, gördüğüm manzara inanılmazdı. Mayını hep duymuştum, hayalini kurmuştum, ne kadar zarar verebileceğini biliyordum. Ama arkadaşımın mayına basacağını, benim de ona yardım edeceğim aklıma gelmemişti. İsmini bilmediğim arkadaşımın sağ bacağı, kanlar içindeydi. Biz her ne kadar yardım etmek için çırpınsak da elimizden bir şey gelmiyordu. Tabii rütbeliler daha önce aynı olayları yaşadıkları için, bizden daha tecrübelilerdi. 15-20 dakika içinde helikopter geldi ve arkadaşımızı alıp gitti.
“Hayat bu kadar acımasız” dedim kendi kendime. Belki bu mayını buraya tuzaklayan itirafçı oldu pişman oldu. Hatta şimdi devlete çalışıyor ama tuzakladıgı mayın, bir gencin tüm hayallerini aldı gitti…
Bir ara gözlerimi kapatıp, hayal kuruyorum. İstanbul’dayım, Salacak’ta her zamanki yerimde nargile içiyorum. Deniz ve gökyüzü mavilikte yarış ediyor, ikisi de birbirinden güzel. Seri şekilde silah sesleri geliyor. Ranzanın başında asılı duran silahımı alarak, çıkıyorum dışarıya. Silah sesleri “taciz var, karakolu boşaltın” diyen arkadaşların seslerini bastırıyor.
Karakola taciz var! Pusu Tepesi, diğer mevziiler, seri şekilde sağa sola mermi yağdırıyorlar. İzli mermiler gökyüzünde yarış ediyor sanki peş peşe. Hemen en yakındaki irtibat hendeğine sürünerek ilerliyorum. Tüm tim ne yapacağımızı bilmiyoruz, daha üçüncü görevde dinlenmek için beklediğimiz karakol basılıyor. 2 yıldır silah sesi duyulmayan Sason’da ilk ses bize denk geliyor. “Nereye ateş edelim” diye soruyoruz birbirimize. Herkes sağa sola koşuşturuyor…
, karakolun üstündeki uçaksavar, her kes ateş ediyor. Bağıran, çağıran, ortalık mahşer yeri gibi… Biz yerimizden kımıldayamıyoruz. “Kesinlikle ateş etmeyin” diyor başımızdaki asteğmen. İzli mermiler, sağa sola, bu arada önümüze düşüyor. Önümüze düşen mermiden sonra, ayağa kalkmama kararı alıyoruz. Sürünerek sağ tarafa doğru ilerliyoruz, hemen önümüzdeki mevziide iki asker var. Onlar hiç ara vermeden ateş ediyorlar. Aslında çok kez taciz eğitimi aldık ama hiçbir şeyi gerçek olmadan anlayamıyorsun. Bir de karakolu bilmediğimiz için herhalde apıştık kaldık. Korku da yoktu aslında.
Silah seslen artık yavaş yavaş azalmaya başladı. Karakol Komutanının sesi geliyor, “ateş kes, ateş kes, ateş etmeyin” diye avazı çıktığı kadar bağırıyor. Başımızdaki asteğmen Karakol Komutanının yanına gidince, fırsat bu fırsat biz de önümüzdeki mevziiye eğilerek ilerledik. Mevziide iki asker, ikisinin de konuşmaya mecali yok. Mevziinin içi boş kovanlarla dolu. Ayakta duramıyorsun. İkisinin de mermisi bitmiş. Barut kokusu mevziinin içini sarmıştı, onlarla daha konuşamadan… Asteğmen çağırdı bizi, hazırlanın emri verdi: “karakolun etrafına operasyon var, tesisat kuşanın.”
Bölükteki teskereci timin, bu sabah şafak doğan güneşti. Ancak taciz olduğu için, onları da getirmişler. Çoğu karakoldakilerden bile daha heyecanlıydı. Allah’tan kimsenin burnu kanamadı. Karakolun etrafına 2-3 gün operasyon yapıldı. Batman’dan gelen Özel Harekat, her yeri allak bullak etti, sonuç mükemmeldi
Terhis olmama üç ay kaldı… Artık eve gitme hayalleri artmış bende… Her gece kendimi, evde sevdiklerimle mutlu bir şekilde hayal ediyorum. Ama günler inadına geçmek bilmiyor… Bu arada, bir iki gün içinde operasyona gideceğimiz bildirildi. Operasyondan önce gideceğimiz yere kadar, yapacağımız işi yapana kadar, hiçbir şekilde kimseye bilgi verilmez. Öğleden sonra kumanya ve çanta hazırlığını tamamladıktan sonra, operasyon için dinlenmeye çekildik.
Havanın kararmasıyla birlikte yola koyulduk. Nusaybin doğru ilerliyorduk. Kısa bir zaman sonra araçlardan indik. Bundan sonrasını, yürüyerek devam edecektik. Yürümeye başladığımızda vakit epey ilerlemişti. Nusaybin ovasının yani İpek Yolunun kenarından dağa (Boğuk) doğru ilerlemeye başladık. Dağa ilerledikçe patika dikleşiyordu. Yaklaşık gece 00:30’a kadar ilerledikten sonra, zirveye yakın bir yerde durakladık ve çök verildi. Zirveye çıktıktan sonra süper bir manzara… Her yer dağ ve sen zirvenin biraz altında dağları seyrediyorsun. İşte belki burada haz aldığım tek şey bu dağların zirvesi.
Zirveye ulaştığımızda, herkesin mevzilenmesi emri gelmişti. “Eski mevziileri kullanmayın” diye komutanlarımız tekrar tekrar söylüyorlar. “Pkk eski mevziileri tuzaklamış olabilir.” Burada hazırlıklarımızı yaptıktan sonra, Merkep Tepesinden aşağı doğru inmeye başladık. Dağlara çıkmak kadar, inmek de bir dert. Düşen, ağaçlara takılan, bazen tam komedi oluyor. Hele bir de rütbelilerden biri düştü mü gülemiyorsun da… Tabi bazen gülme komşuna gelir başına hesabı, bazen sen de düşüyorsun çanağı kırarcasına…
Sabahın ilk ışıklarına kadar yürüdük… Sabahın tam ağarmasıyla, hakim bir tepenin yamacında çök emri aldık. Hem kahvaltı yapıp hem de biraz dinlenecektik.
Telsizden bize doğru gelmekte olan Piyade Tugayının komutanlarının telsiz konuşmalarını dinliyorduk. Piyade Tugayındaki rütbelilerden biri, 17 kişilik bir grubun bizim takıma doğru yaklaşmakta olduğunu telsizden şifreli bir şekilde söyledi. Yemekler yarım kaldı. Acilen toparlanıp onlara karşı hızla ve tedbirli bir şekilde ilerlemeye başladık. Boş bir köyün üstünde Pkk lılarla karşı karşıya geldik.
İlk mermi sesinin duyulmasıyla, kendimi en yakın kayanın dibine attım. Sürünerek ilerlemeye başladım. Çatışma başladı… Öncü grup, sağa sola açılarak çarpışıyor. Arkalarından biz dağılarak ilerliyoruz. Hiç bu kadar yaklaşmamıştık Pkk hlara. Ateşe ateş devam ediyoruz. O ara ne düşündüm, ne yaptım çok hatırlamıyorum. Aslında korkmuyorum ama çatışmalarda çok da kahramanlık yapmadım.
Acemi birliğinde rütbelilerden biri, “Her askerin bir kurşunu vardır, ne kadar sakınırsan sakın, kurşun seni bulur” derdi. Çatışma sırasında aklıma gelen tek söz, bu oldu. Kurşunlar kafanızın üstünden, tiz bir sesle geçerken, düşünmeyi bırakıp elindeki silahla karşı tarafa ateş etmekten başka yapacak bir şey yoktu, ben de onu yaptım. Sabahın ilk saatlerinde başlayan çatışma, saatler ilerledikçe hızını kesiyor. Ara ara derin bir sessizliğe bırakıyor. Pkk, ölü bölgeden kurtulmak için, karşı taraftaki kayalıklara saklanmıştı. İki taraftan da kayıp vardı. Ama biz kalabalık olduğumuz için, kayıp pek anlaşılmıyordu. Ama onlar sayıca azalmışlardı galiba. Kayalıklardan ara sıra ateş ediyorlar fakat ateş ettikten sonra o tarafa doğru kannasların ateşi başlıyordu. Diğer Taburlar da bize destek oluyorlardı. Saat epey ilerlemişti. Kobra helikopterler ve Özel Harekatlar’ın gelmesiyle, biz devre dışı kalmıştık. Evet biz elimizden geleni yapmıştık.
Mevzii aldığımız yerin bir az altına inerek, olan biteni seyretmeye başladık. Az önce tam ortasında olduğumuz çatışmanın, şimdi seyircileriydik. Zaten yok denecek kadar az olan, kısa bodur ağaçlarla kaplı olan dağın muhtelif yerlerinde yangınlar başladı.
Saatler öğleni geçmişti… Bir kayanın arkasında öğle yemeğimizi yiyoruz. Buna öğle yemeği denir mi bilmiyorum. Adeta boğazımızdan geçmeyen lokmaları, zorla yutuyorduk. Havanın kararmasıyla, “toplanın gidiyoruz” emri geldi. İyi de ankara escort bayan sorular fazla sorulmaz, çünkü emir demiri keser. Dağın arkasından hızlı bir şekilde ovaya doğru ilerlemeye başladık. Ovaya vardığımızda araçlara binerek tabura doğru yola koyulduk.
Araçlara biner binmez üst cebimdeki sigaramı çıkardım. Sigara içerken aklıma gelen, “her askerin bir kurşunu vardır, ne kadar sakınırsan sakın, o gelir seni bulur” lafına güldüm. Sanırım benim kurşun, bu gün karavanaydı… Yarın
Elazığ’da uzun bir dinlenme döneminin ardından, büyük bir operasyona gideceğimiz söylendi. Aynı gün bulunduğumuz birliğe 8 Skorksy geldi. Biz olayın büyüklüğünü, helikopterlerin gelişiyle daha da iyi anlamıştık. Herkeste yoğun bir hazırlık vardı. Operasyona gidecekler, son hazırlıklarını yapıyorlardı. Ben de silahımı, telsizimi ve bataryalarımı kontrol ettim, her şey tamamdı. İçtima alanına geçip silahları doldurduktan sonra, helikoptere bindik.
Elazığ’dan havalanarak Tunceli’ye doğru ilerlemeye başladık. Olay yerine doğru yaklaştığımızda birliklerin sıcak temas içinde oldukları telsiz konuşmalarından anlaşılıyor. Skorskyler, bizi olay yerine indirdikten sonra geri çekildi. Bölük komutanının peşinden sağa sola manevra yaparak ilerliyoruz. Bizim sorumluluk bölgemizde, tahminen 5 terörist olduğu, telsizdeki rütbeliden bizim komutana iletildi. Biz küçük bir vadinin içinden ilerlemeye başladık. 2-3 aydır hiç silah sesi duymamıştım
Böyle operasyonlarda karşına bir terörist çıkması an meselesi o yüzden her adım atışımda mevzii alabileceğim bir yer gözüme kestiriyorum. Silahlar patladıkça gözümü açıp kapıyorum. Yaklaşık 2-3 aydır, hiç silah sesi duymamıştım. 20-25 dakika ilerledikten sonra, girdiğimiz küçük vadi ikiye ayrılıyordu. Bölük komutanı, ‘sağdan devam edeceğiz’ diye eliyle işaret etti. Diğer takım komutanı teğmen de sola doğru ilerledi. Teğmen vadiye girer girmez… 5 dakika sonra takım komutanı teğmenle yine karşı karşıya geldik. Ancak gireceğimiz küçük bir başka vadi vardı. Teğmen eliyle, ‘ben’ diye işaret etti. Yanında da bir arkadaşımız vardı. Teğmen vadiye girer girmez, silah sesleri başladı. İki el seri şekilde silah sesi geldi. Anlaşılan teröristlerle kafa kafaya gelmişlerdi. Teğmen, bizim 10 metre ilerimizde, bir kayanın arkasına yatmıştı.
İlk mermide Teğmen kasığından, yanındaki er de kafasından vuruldu. Teğmen kasığını tutarak ilerimizde yatıyordu. Bölük komutanı, bendeki telsizden helikopter istedi. Helikopter çok sürmeden olay yerine geldi. Ancak çatışmanın yoğunluğundan, sağa sola manevralar yapıyor bir türlü inemiyordu. Bölük komutanı ile helikopterdeki pilot arasında yoğun bir telsiz muharebesinden sonra helikopter yaralıyı alarak uzaklaştı.
Olay yerindeki ilk birlikle, bizim Tugay, çember yaparak çatışma bölgesini daraltıyordu. Pkk zayiat veriyordu. Komutanımızı ve yanındaki arkadaşımızı vuran Pkk’lının geri tepmesiz topla vurulduğu haberi geldi. Teğmenin ve onbaşının intikamı alınmıştı. İlerleyen saatlerde bizim tarafta ikisi kadın, üçü erkek toplam beş terörist öldürüldü. Operasyon hızını kesti. Silah sesleri yerini telsiz muharebelerine bıraktı. Komutanlar üstlere rapor veriyor, yaralı Teğmen’den haber almaya çalışıyorlardı. Hava kararmaya başladı. Bu gece burada kalacaktık ve mevzii almamız gerekiyordu. Hakim bir tepeye çıkarak, mevzii aldık. Sağdan soldan bulduğumuz büyük kaya parçalarıyla, mevzii yapmaya başladık.
İhtiyaçlarımızı giderdikten sonra, dinlenmek için sırt üstü yattım. Yıldızlara baktım, yıldızlar yine her zamanki ihtişamıyla parlıyordu. Dağda ışık olmadığından yıldızlar, sanki elini uzatsan yakalayacakmışım gibi geliyordu. Gece aslında hüzünlü geçti. Sabah beraber helikoptere bindiğimiz arkadaşlarımızdan ikisi yanımızda yoktu. Biri şehit, diğeri yaralıydı. Onun da sağlığı hakkında bir bilgimiz yoktu. Sırayla nöbet tutarak, dinlenerek, geceyi geçirdik. Sabah destek birlikleriyle birlikte bölgeyi aradık. Bölgede bir hafta kaldık. Daha sonra Tunceli merkeze doğru yola koyulduk. Tunceli’ye ulaştığımızda biz Teğmenimizin iyi haberlerini almak isterken, onun kan kaybından helikopterde şehit olduğunu haberini aldık. 15 gündür bıraktığım sigaramı tekrar yaktım. Sigaramı yaktığım çakmak, Teğmenimizin, komutanımın bana verdiği çakmaktı. Bunu fark edince, göz yaşlarımı tutamadım.
Daha üç gün önce, doğacak çocuklarımıza, birbirimizin ismini koyacağımıza dair söz vermiştik can dostum Yusuf’la. Yine her zamanki gibi gülerek konuşuyordu. Oğlun olursa adını “Yusuf koy” diye. Gözümün önüne geldikçe tutamıyorum göz yaşlarımı. Ağladıkça silahı alıp, sağa sola ateş edesim geliyor, bağırmak geliyor içimden, haykırmak istiyorum. İki hafta önce dinlenmek için gittiğimiz karakolda, annesiyle konuşmuştum. “Yusuf senden izinde çok bahsetti oğul, teskereyi alınca buraya uğra, misafirimiz ol, bir oğlumuz da sensin. Yusuf sana sen de Yusuf’a emanetsin” demişti. Bu sözler, hiç çıkmıyor aklımdan. Şimdi nasıl da üzülüyordur, babasız büyüttüğü Yusufuna. Kına yakıp askere gönderdiği oğlunu, Türk bayrağına sarılı görünce nasıl da yıkılmıştır. Pusudayız her zamanki yerimizde… Ama Yusuf yok yanımızda.
Nöbet sırası bende biliyorum. Yanımda aslında Yusuf var. O kardeşini yalnız bırakmaz. Pusularda, operasyonlarda arkamda oturuyor. 10 saniyede bir dürtüyor, yine gülerek, “uyuma lan” diyor. Ve fıkra anlatıyor sessizce, “oğlum fazla gülme komutan gelir!” Yine yıldızlara bakıp hayal kuruyoruz… Her yıldız kaydığında üzülüyoruz, “kim öldü acaba ?” diye. Dardanel tonu açmak istemiyorum, geçmiyor boğazımdan. Oysa kutuyu ikimiz bir paylaşırdık, yarısı ona yarısı bana. Bozuşurduk hatta, “sen fazla yedin” diye. Sonra barışırdık. “Sana bir daha sigara yok”
Yemekten sonra, her seferinde, “sana bir daha sigara yok” deyip kızardı. “Sen içmiyorsun oğlum, içine bile çekmiyorsun” derdi. Dayanamaz, iç cebinden her gün 1 tane içtiği Marlbora’dân verirdi. Aklımdan çıkarmak istiyorum, düşünmek istemiyorum. Yusuf’un kanlar içindeki halini düşündükçe, kafamı sağa sola vurasım geliyor. “Keşke orda ben olsaydım” diyorum, “yanında ben de olsaydım.” “Ben de şehit olsaydım.” Şimdi ne derim annesiyle karşılaşınca? “Yusufum nerde?” derse ben ne derim
Nereye gittiğim hakkında hiçbir bilgim yok. Bölüğün durduğunu bile ancak önümdekine çarptığımda anlıyorum. Pançoyu tam suratıma çekmiş yürüyorum. Kafamı bile kaldırmıyorum, pkk mkk umurumda değil. Yağmur suratıma öyle bir çarpıyor ki, tokat gibi. Ayaklarımın içi çamur deryası calp culp diye sesler çıkarıyor, alt kamufülajımın rengi çamur rengi olmuş. Ara sıra çök verildiği zaman, yorgunluktan atıyorum kendimi yere. Vücudumun her yeri sırılsıklam… Su kafamdan giriyor, ayaklarımdan çıkıyor.
Panço fayda etmiyor ama hiç yoktan suratımı koruyor sert yağmur damlalanndan. Allah’tan silahım Kannas sudan etkilenmiyor. Aslında ondan da şüpheliyim, yağmurlu havada hiç kullanmadığım için bilmiyorum. Ateş eder mi etmez rrîi? Hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Sadece yürümek ve bir an önce operasyonun sona ermesini istiyorum. Tabii sonra da bölüğe gidip dinlenmek. Zori’nin ortasındaki harabeye dönmüş evlerin yanında çök veriliyor. Etraf aradıktan sonra, burada kalacağımız söylendi. Derin bir ankara escort uzağa da gidebilirdik. Geceyi burada geçireceğiz ve ateş serbest. Tabii fazla duman çıkarmadan. O ara ben dahil yorgunluktan ölüp bitenler, bir anda canlanıyoruz. Tim komutanı, “hani lan yorgunluktan ölüyordunuz?” diyor. ” Komutanım, Türk her şey bittiğinde başlar” diyoruz.
Hemen ateş yakıp ısınmamız lazım. Sağdan soldan topladığımız çalı çırpıyla ateşi yakmaya uğraşıyoruz. Ama yanmıyor tabii… Ağaçlar ve çalı çırpıda yağmurdan nasibini almış. Evlerin yıkıntıları arasından gardığımız odunlarla ateşi yakıyoruz. Ateşin sıcaklığı vurdukça, üstümüzden dumanlar çıkıyor. Botları çıkarıp ayaklanmızı da ısıtmamız lazım… Ayaklarımızın altı, bembeyaz olmuş. “Bunlar benim ayaklarım mı?” diye soruyorum kendime. Yedek elbiselerimizi değiştiriyoruz bu arada. Acıktığımızın farkına varıyoruz, tabii bir de çay… Çaydanlık simsiyah olmuş dumandan. İçi de çok temiz sayılmaz aslında. Bardaklar deseniz aynı, çayın renginden sararmış. Sivilde olsanız bırakın çay içmeyi, pislikten elinize almazsınız. “Belki temizlesek tadı kaçar” diye temizlemiyoruz. Ateşin etrafında dönerek üstümüzü kurutmaya çalışıyoruz.
Konserveleri açarken dökmemek marifet! Kumanya bıçaklarının ağızlan kör olduğu için, normal bıçaklarla açmak için boğuşuyoruz. Bu sefer bize torpil geçtiler sanırım, kavurma var menüde. Kavurmayı tavanın içine döküp, üstüne de yumurta kırdın mı, yemek yemeklikten çıkıp, ziyafete dönüşüyor. Yağmur hızını kesti gibi ama rüzgar, var gücüyle bizim mevziinin üstündeki çadırla boğuşuyor. Rüzgar çadınn üstüne koyduğumuz taşları fırlatıyor bazen. Yemek içmek faslından sonra etrafı gözetliyoruz. Daha önce burada kalmadığımız için, nerde ne var, nasıl gelinir, nasıl gidilir diye harabe evlerin arasından etrafa bakıyorum. Yoksa gece ağaç dallarını insan, ağaçları da at sanacağımızdan çok eminim. Hava kararmaya yakın, ateşi canlandırmamız lazım. Eğer geceye çok köz kalırsa, daha fazla ısınıyoruz. Gece ateş yakmak yasak çünkü…
Ateşin etrafını kaya parçalarıyla kapatıyoruz, köz gözükmesin diye. Hava karardıkça nöbet muhabbetleri başlıyor. “Kim, kaç kaç nöbet tutacak” diye. “2 saat mi tutalım 3 saat mi?” İşi fazla uzatmadan 3 saate bağlıyoruz. Dört kişiyiz, 3 saat tuttun mu gece sona eriyor. Mevziinin içi küçük olduğu için, ayaklarımızı uzatmadan, oturur şekilde uyumaya çalışıyoruz. Normalde uyuyamazsın ama insan yorgun olunca, ayakta bile gözünü kapatsa uyumaya başlıyor. Kısık bir ses, “kalk” diye uyandırıyor beni. “Nöbet sırası sen de.” Yediğimiz yemekten midem ekşimiş, ağzıma acı sular geliyor. Suyu arıyorum çadırın içinde, elime gelen ilk pet şişeyi kafama dikiyorum. İğrenç bir şey, “su değil lan bu” diye kızıyorum. “Oğlum zeytinyağı lan o” diyorlar inanmıyorum. İğrenç bir şey, ağzımı suyla çalkalamam lazım. Ama su az, yere tükürerek durumu kurtarmaya çalışıyorum.
Nöbet tutmak için, çadırın dışına çıkıyorum. Hava buz gibi. Yağmurun ve fırtınanın ardından, sessiz yıldızlar gözüküyor. Bizim ateşin közü hala var. Etrafındaki taşlar epey kızmış. Uyurken üşümüşüm ve hala titriyorum. Közün yanındaki büyük kaya parçasını çekerek, ellerimi üstüne koydum. Kaya parçası, ellerimin bağını çözdü. Bu yöntemi benden başka yapan yoktu. Aslında ben de bunu, “ankara escort bayan diye sorduğumda rütbelilerden birinden öğrenmiştim. Aldığım cevaptan sonra ben de sıcak taşla ısınmaya başlamıştım. Nöbeti diğer arkadaşıma devrettikten sonra, uyuyan arkadaşların arasına girerek, ben de uyumaya başladım.
Çadırın içi sıcaktı. Oysa ne ateş ne de köz kalmıştı. Birbirimize omuz vererek acıyı bala, soğuğu sıcağa çeviriyorduk.
Sırt çantamın kayışını gevşetip sıkıştırmaktan sıkılıyorum. Bazen kaldırıp atasım geliyor. Halbuki içinde üç beş kumanya, ekmek ve sudan başka hiçbir şey yok. G-3 piyade tüfeği isyan ettiriyor! Nedir bu silah? Ne denge noktası var, ne de tutulacak bir yeri… Bir sağ elime, bir sol elime, bazen sırtıma filan alıyorum. Ama bixicileri görünce G-3’e de şükrediyorum.
Aslında dere yatağına insek iyi olur. Su da vardır orda, hem de buz gibidir. Ama ya geri çıkması. Biz kendi aramızda yorumlar yaparken, dere yatağına inecek şanslı insanların bizler olduğunu duyunca, kısa zamanlı bir suskunluk oluyor. Diğer birlikler dere yatağının etrafına emniyet almak için mevzilenirken biz aşağı doğru ilerliyoruz. Aşağı inerken tam bir komedi yaşıyoruz, düşenler, ayağı kayanlar, dalaağaca takılanlar. Asker düşünce gülmek kolay ama rütbelilerden biri düştü mü gülemiyorsun da. Zaten ne kadar dikkatli yürürsen yürü, bir şekilde düşüyorsun.
Dereye doğru yaklaştıkça, bölük açılarak arama taramaya başlıyor. Dere yatağının etrafı eski harabeler mağaralar, mağara girişleri, kuytu yerler… Her yer didik didik aranıyor, gene hiçbir şey yok. Her zamanki gibi. Dereden karşı taraf, Diyarbakır’ın Kulp ilçesi. Ama biz karşı tarafa geçemiyoruz. Buraya geldiğimizde, sanırım onlar da karşıya geçiyor. Kısa süreli çök veriyoruz. Bir ağacın gölgesinde nefes nefese soluklanıyoruz. 50 metre aşağımızda Zori Çayı var. Ama izin vermiyor rütbeliler… Kuzunun koyuna baktığı gibi bakıyoruz. İmamın abdest suyuna dönmüş sularımızdan içiyoruz azar azar. 5-10 dakika çökte kalıyoruz. Sıcak öyle bir yakıyor ki, gölge bizim için cennet gibi adeta. Hepimiz dağıtmışız, en yürümeye dayanıklı olanlar bile perişan olmuş. Dere yatağındaki tüm timler, telsizden bir şey bulamadıklarını bildiriyorlar.
Neyse ki sonunda dere yatağının arama taraması sona ermişti. Geri dönüş hiç birimizin aklında yoktu. Biz Melisa Boğazının kenarından dönüş yaparız diye planlıyorduk. Taa ki, Tabur Komutanı çıktığınız yerden tekrar geri dönün diyene kadar… “Yok yok” filan diyorduk, “şaka yapıyor.” Ama Tabur Komutanı emir vermişti bir kere. Tekrar kol düzenine geçerek, yukarı doğru ilerlemeye başladık. Teğmen önde diğerleri arkada ilerliyorduk. “Biri çıksa da ateş etsek diyordum” Çıkışta da isyan ipini çekmiştik artık. Çatışma, Pkk, hiçbir şey umrumuzda değildi. “Biri çıksa da ateş etsek diyordum.” Hiç yoktan, yattığımız yerden ateş eder dinlenirdik.
Yukarı çıkarken hiç yukarı bakmamaya dikkat ediyorum. Yukarı baktığım zaman moralim bozuluyor.”Burayı ben bu yüklemi çıkacağım?” diyorum. Birbirimizi ite kaka yukarı çıktık. “Ne kadar bittik” desek de yukarı çıktık.
Zori’nin kelime anlamı nedir? Niye buraya Zori demişler? Hiçbir bilgim yok. Sorduğum sorulara sallama cevaplar aldığım için, artık sormuyorum da. Bazen bölgenin korucularına soruyorum. Onlar da lafı hemen mermiye getirdikleri için, pek anlaşamıyorum.
Ama sanırım bu, Zori Çayına inip çıkanların koyduğu bir isimdir.
Ateşleri söndürün, herkes ihtiyaçlarını görsün! Uzun bir gece daha başlıyor. Her gece aynı işler… İki saatte bir gelen nöbet, termal kamera, gece görüş, görüntü almak, kısık sesle konuşmak, uykusuzluk, sönen ateşin sıcaklığıyla ısınmak, ışığı dışarı göstermeden sigara içmek vs. Mevziinin kenarında duran silahımı elime alıyorum. Taa ki, hava aydınlanana kadar atıştırabileceğimiz ekmek ve pet şişe içindeki suyu hazırlıyorum. Pançom, yerde beni izliyor. Termal kameranın akülerini ayarlıyorum. Hava karardığı zaman, üzerindeki pançoyu açıp kuruyoruz. Termal kamerayla dağları tepeleri ve araziyi izlemek ayrı bir zevk. İstediğin her yeri görmek ve araziyi taramak, insana o gecenin sessizliğinde oyun gibi geliyor, tabii aküler fazla ve yeterliyse. Ve bekleyiş başlıyor.
Neyi beklediğini bilmiyorsun. Karanlık, o konuşan dağları, susturuyor.
Gecenin tarif edemeyeceğim, o kendi sesleri ortaya çıkmaya başlıyor. Kaypak ve kancık çakal iniltilerini duyuyorum. Sonra kurt uğultularını duyuyorum. Bulut gibiler ve şimşek gibiler… Onlar ayın şavkına başını uzatıp, “bu dağların sahibi benim” diyorlar…
Diyarbakır kırsalında yaptığımız arazi arama taraması sona ermiş, bizim Tugay zayiat vermeden Diyarbakır merkeze dönüş yapmıştı. Silahları ve mühimmatları depoya bıraktıktan sonra dinlenmek için oturdum. Yorgunluktan hiçbir şey yapmak istemiyordu canım. Sadece çay ve sigara içmek istiyordum. Fazla yürümekten ayaklarımın altı bembeyaz olmuştu. Vücut, “artık seni taşıyamayacağım” der gibi sinyaller veriyordu. Ama sıcak bir çay üstüne bir de sigara yaktın mı sanki her şeyi unutmuşsun gibi geliyordu. Biz daha çaydan ve sigaradan zevk alamadan “içtima alanına toplanın” diye bir feryat kopuyordu.
Bağıran arkadaşın ses tonundan belliydi acil çıkış vardı. O güzelim çayı yarım bırakıp acilen içtima alanına toplandık.Komutanlardan biri, “operasyona gidiyoruz, ancak sudan başka bir şey almayın, fazla kalmayacağız” dedi. Bu yine sevindirici bir haberdi. Daha büyük bir operasyon da olabilirdi. Az önce silahlığa bıraktığımız silahları geri alarak içtima alanına tekrar geldik. Konyalılar bizi bekliyordu. Konya ulaştırmanın Man kamyonlarına biz ‘Konyalı’ diyorduk kendi aramızda. Bu kamyonlar kimleri taşımamıştı ki… Biz çoğu arkadaşımızı en son onların arkasında görmüştük. Bundan dolayı bizim için o kamyonların çok önemi vardı. Daha önce çatışmada şehit olan bir arkadaşımızı son kez ‘Konyalı’da görmüştük. Bize el sallamıştı, sanki geri dönmeyeceğini bilir gibi.
Silvan’a doğru ilerliyorduk. Araçların arkasından yarım kalan sigara keyfimize devam ediyorduk. Ancak çok geçmeden silah sesleri duyulmaya başladı. Orda bulunan birlik, bir grup Pkklı’yı çember içine almıştı. Biz gittiğimizde sıcak temas başlamıştı. Silah seslerini duyunca, olayın ciddiyetini anlamıştık. Araçlardan iner inmez, bize gösterilen bölgeye doğru hızla ilerledik. Vadinin içinde 20-25 kişilik bir grup vardı. Vadiden silah sesleri ve insanların haykırışları geliyordu. Vadi çember içindeydi herhalde mermileri bitene kadar çatışacaklar ya da teslim olacaklardı. Çatışma ara ara devam ediyor, çoğu zaman sessizliğini koruyordu. Onlar aşağıdan bizi yukarıdan sallıyorduk mermileri birbiri üzerine. Ateş ettikten sonra yatıp kafamızın üzerinden geçen mermileri sayıyorduk.